Yazan: DR DANİŞ NAVARO
Hayattaki “ Ayna” kuralı ve insan.
Ayna, aldatmaya gelmez. Yüzeyselliğin, araçsal-çıkarsal aklın, sahteliğin, samimiyetsizliğin kandırmacası, aynaya sökmez. Aynaya baktığınızda kendinizi görürsünüz. Ne olduğunuzu görürsünüz. Ve bunu sadece siz görürsünüz.
Ayna terimini, bu yazıda, “gerçek ne ise onu olduğu gibi geriye yansıtan” anlamında kullanıyorum. Aynaya baktığımızda kendimizi görürüz. Ayna karşısında duran şeyin görünümünü geriye yansıtır. Sanki o şeyin gerçekte ne olduğunun bilgisini o şeyin kendisine geri verir gibidir ayna. Dolayısıyla ayna, kendisine bakan öznenin gizli ortağı gibidir. Kişinin kendisine sakladığı, için için bildiği sırlarını gizlice paylaşan bir nesnedir ve bu şekilde ayna tabi ki kişinin kendisinden başkası değildir. Aynaya baktığımızda ama özellikle aklımızı, belleğimizi de işin içine katarak baktığımızda kendimizi sadece fiziki olarak değil ama gerçekleştirdiğimiz eylemlerle, sahip olduğumuz bilgilerle görürüz. Ve ayna ile aramızdaki bu ilişki öznel ve eşsiz bir ilişkidir; kişinin iç-konuşmasıdır, bir bakıma kişinin kendisiyle olan ilişkisidir. Bu bağlamda ayna, aynı zamanda etik-akıl gibidir. Ona bakan kendisini görür; kendisinden kaçamaz. Bu anlamda özne ile kendisi arasında bir dürüstlük ilişkisi olarak kabul edilebilir.
Ayna ile ilişkimizin bu yönü, kanımca çağımızda giderek önem kazanıyor. Çünkü çağımızın salt para ve çıkar üzerine konumlanan, her şeyin piyasalaştığı, insansal değerlerin büyük bir yıkıma uğradığı, şiddetin ve yalnızlığın hüküm sürdüğü insan ve doğa dahil tüm var olanın alınır satılır bir meta düzeyine indirgendiği bir çağ. Akıl giderek salt çıkarsal akıl bağlamında araçsallaşmıştır. Kişi önceden hesaplı, kesin hesaplı, nispeten duygusuz / duyumsuz, önceden belirlediği amaçları doğrultusunda hareket planına bağlı olarak eyleyen ve karşısına çıkan her şeyi insan, hayvan, bitki, olay gibi her şeyi çıkarlarına bağlı olarak değerlendiren bir özneye dönüşmüştür. Postmodernizmin ünlü akılcılık sevdası, bireyin bireysellik özelliğinin çok uzağına taşarak onu “bireyci” bir çıkar makinesine çevirmiştir. Ona sunulan dünyanın salt rekabet dünyası olduğuna ve bu dünyada yaşayabilmek için bireyin kendisini bir ”insan projesine” dönüştürerek hep ve sonsuza kadar kişisel olarak geliştirmesi gerektiğine ve var olan her şeyle vahşice bir rekabet ilişkisi içine girmesine inandırılmıştır kişi.
Günümüzün araçsal-çıkarsal akıl sahibi olan öznesi insan, Darwin’in “güçlü olan yaşar” ilkesinin operasyonel kölesi haline gelmiştir. Bu durumun insanlığa bir önemli maliyeti etik aklın giderek azalmakta olmasıdır. Hayat artık bir amaç olarak değil, ama bir araç olarak yaşanmaktadır; öznenin kendisi dahi kendisinin aracı haline gelmiştir. Daha da kötüsü herkes birbirinin aracı durumundadır artık ve bu araçsallıklar ortamında kimse birbirine, kimse kendisine dahi gerçekleri itiraf edemez durumdadır.
Bu acı durum, öznenin giderek, öz-insanlığını kaybetmesi, öz-doğasını terk etmeye başlaması sonucunu doğurur. Kişi, artık aslında olduğu kişi değildir. O bir rol insanıdır. Sabah uyanırken “oyun” başlar ve o, toplum içine karıştığı andan itibaren kendisini en yüksek değerden pazarlayabilmenin/satabilmenin gerektirdiği rolünü oynamaya başlar. Giyim-kuşam, unvan-makam, parasal ve maddi ortam, yalan-yanlış kulaktan dolma bilgiler, miş-gibi yapmalar bu oyunun parçalarıdır. Çok acı olan şudur ki bu bahsettiğimiz gerçeklik sadece iş dünyasını kapsamakla kalmaz, özelikle çocuk veya genç, çalışan-çalışmayan yaş gruplarını da içine dahil eder. Frederick Jameson, post-modern toplumda, bu durumu “yüzeysellik” olarak ilan eder. Gerçekten de, post-modern durum, özellikle yeni nesillerin büyük çoğunluğunun davranış biçimlerine baktığımızda, öznenin kendisiyle, başkasıyla, doğayla, varoluşla, eylemle, özgürlüklerle, insanı insan yapan kavram ve olgularla yüzeysel bir ilişki içinde olduğunu somut örnekleriyle sergiler. Sahte bir kendinden geçme, esrime, aşırı tezahürat, anlamsız övgüler, yapmacık gülümsemeler, her yerde ve her anda poz vermeler, sezgisel yeteneği güçlü olan bir özne tarafından kolaylıkla hissedilebilir.
Facebook’ta saniye saniyesine yayınlanan “boğazda kahve keyifleri”, kişinin doğru dürüst tanımadığı insanların yaş günlerini kutlama mesajları, 10 dakika da bir gerçekleştirilen ve hiçbir zaman albümlenmeyecek, hatta yapıldıktan 5 dakika sonra unutularak tarihe karışan “selfie”ler, birlikteyken dahi WhatsApp canavarına mahkum bir şekilde başka yerde olmalar, böylece insanı, anı ve mekanı hep kaçırmalar, Micro-MBA’ler, dört günde zayıflama ya da kas yapma programları, salt-yanılsama yaratan reality-show’lar ve bunları saatlerce robot gibi gerçekmiş gibi seyreden milyonlarca insan, sanırım Jameson’un işaret ettiği yüzeyselliklerden sadece birkaç tanesi. Samimiyetsizlik aslen gerçeğin kendisiyle kurduğumuz ilişkiye işaret eden bir olgudur. Bu açıdan baktığımızda çağımız insanının müthiş bir samimiyetsizlik ortamına düştüğünü eğer bilinçliyse gerçeği artık kendisinden dahi sakladığını, eğer bilinçli değil ise gerçeği dahi tamamen teğet geçtiğini görebiliyoruz. Mesele şudur ki hayatta insan ne ederse, ne eylerse, aynı değerde karşılığını bulur. Emeksiz, çabasız, heyecansız, sevgisiz, samimiyetsiz bir hayat, karşılığında cılız sonuçlar üretir. Etik, ahlak, değer bilgisi, dürüstlük, emek, bilinçli öznenin bu bağlamda- belki de tüm zamanlardan daha da çok- kendine ilkesel olarak temel alması gereken şeylerdir günümüzde bence.
Ayna, aldatmaya gelmez. Yüzeyselliğin, araçsal-çıkarsal aklın, sahteliğin, samimiyetsizliğin kandırmacası, aynaya sökmez. Aynaya baktığınızda kendinizi görürsünüz. Ne olduğunuzu görürsünüz. Ve bunu sadece siz görürsünüz. İnsanları, arkadaşlarınızı, ailenizi, yakınlarınızı, herkesi kandırabilirsiniz. Aynayı kandıramazsınız. Kendinizi kandıramazsınız!
Son söz: Ayna, ona bakan öznenin hakikatidir
KAYNAKÇA: KARİYER DERGİSİ HAZİRAN 2016 SAYI:156