Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum, Susanna Tamaro’nun 1998 yılında yayımlanan ve hayalinde yarattığı Afrikalı arkadaşı Mathilda’ya yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap. Bu mektuplarda yazar, sade ve lirik bir yaklaşımla yaşamındaki deneyimlerini, bu deneyimlerin ona neler düşündürdüğünü ve hissettirdiğini paylaşıyor. Yaşam yolculuğunu, “insanın içselliğinde ve vicdanında gelişmesi için sürdürülen bir yürüyüş; sevinci, ruhsal dengeyi, sevgiyi bir çiçek gibi büyütmeyi öğrenmek için yaşanan ve kişisel, aynı zamanda ortak bir tasarıyı gerçekleştirme çabasının yorgunluğundan, acılarından ve sorumluluğundan kaçmadan sürdürülen bir yürüyüş” olarak tanımlıyor.
Kendi sözleriyle, bu yolculuk,
Geleceğin bir yıkım değil, bir oluşturma ve umut zamanı olabilmesi için yapılan büyük bir yürüyüş.
Bu ifade, koçluk yaklaşımının geleceğe dönük, umutlu ve bir o kadar da gerçekçi oluşuyla öyle güzel örtüşüyor ki, kitabın devamında yazarın hayali arkadaşına yaşadıklarını anlatırken farkında olarak ya da olmadan okurlarına zaman zaman “kendine koçluk yapma”nın bir örneğini sunacağına dair ipucu oluyor. Diğer yandan mektuplarında hayali arkadaşına anlattıkları, koçluk yolculuğunda karşımıza çıkan durumlara ve öğrendiklerimize örnekler teşkil ediyor.
İlk mektubunda, insanların hayatındaki diyalog ve yüzleşme ihtiyacına değinirken, “Pek çok kişi bağırıp çağırıyor ama konuşan yok. Bunun üzerine aklıma bir pencere imgesi geldi, burası odanın dışına açılan ve içeriye temiz havanın girebildiği bir yer olabilirdi.” diyor. Hepimizin hayatında birden çok role büründüğü, farklı düşünce ve tutumlara sahip birçok insanla bir arada olduğumuz anlar, deneyimler yaşanıyor ve tüm bunların içinde kendimizi ve başkalarını dinlemek, anlamak zorlaşabiliyor. Ancak bu imgesel pencerede olduğu gibi, koçluk pratiği için ayırdığımız zaman diliminde, güçlü sorular sormayı ve etkin dinlemeyi öğrenerek, penceremizden içeri giren temiz hava niteliğindeki gerçekçi gözlemler, empati ve anlayış, havayı yumuşatıp ferahlık getiriyor. Diğer yandan, koçluk yolculuğu sadece koçun kendisi için değil koçluk alan kişi için de hem kendisine hem de çevresine farklı açılardan bakmasına olanak sağlayacak, derinlemesine nefes almaya alan yaratacak pencereler açıyor.
Bir mektubunda, bir sonbahar gününde gezintiye çıktığı Abruzzo Ulusal Parkı’nda karşılaştığı bir aileyi anlatıyor. Pek soğuk olmayan bir günde kaz tüyü dolu kayak tulumlarıya zar zor yürüyen, sıcaktan kızarmış çocuk montunun fermuarını açmak istediğinde ailesinin “Sen deli misin? Zatürre mi olmak istiyorsun? Dağda olduğumuzu görmüyor musun?” diye tepki göstermesini duyuyor ve “Bu aile, doğanın sunduğu olağanüstü gösterinin tadını çıkarmak için burada değillerdi; onlar her zaman dağ sözcüğüyle birlikte anılan soğukla savaşmaya gelmişlerdi.” diye düşündüğünü ifade ediyor. Bu ifade, aklımızın bir köşesinde fark etmeden yer eden ve bizi hayatın tadını çıkarmaktan, hedeflerimize serbestçe koşmaktan alıkoymaya çalışan gremlinleri hatırlatıyor. Gerçekçi bir şekilde incelemeden, sadece varsayımlara ya da geçmişteki negatif deneyimlere takılarak kendimizi sınırladığımızda, ılık sonbahar gününde montlarımızın içinde yanıyor olabiliriz. Halbuki, belki de geleceğe yönelik ilk adım için tek ihtiyacımız olan şey, başımızı kaldırıp güneşi görmek ve şartlara göre hazırlanmak olacaktır.
Farklı bir mektubunda, sahip olduklarımızı fark edip yaşamı neden beklettiğimizi sorgularken, Erickson prensiplerine de göz kırpıyor;
Eğer seksen yaşında hala sırtımı esnetebiliyorsam, bu aynı zamanda düşüncelerimi de esnetebiliyorum anlamına gelir, bu hala şaşırabiliyorum ve hayret edebiliyorum demektir, bu yıllar boyunca yargılamayı değil dinlemeyi bildiğimi, kudretin aldatıcı sözlerini reddederek yüreğimi temiz tutmayı başardığımı gösterir. Bu demektir ki ben, bedenimde ve zihnimde kutsal olan ne varsa tümüne güvendim ve onları saygı ve özenle geliştirdim (…). Hepimizin içinde güç, onur, enerji vardır; hepimizin içinde dışarıya çıkmayı bekleyen minik, dünyalar güzeli bir panter bulunmaktadır. Peki o halde , neden hala yaşamı bekletiyoruz?
İnsan hiçbir şey değişmediğinde heyecanını, merakını, hayretini yitiriyor ama zaman akıp giderken ve her gün bir yerlerde bilmediğimiz onlarca şey değişirken bu aynılık mümkün mü? Kaç yaşına gelirsek gelelim hala heyecanlanabilmek, şaşırabilmek değişimin kaçınılmazlığının en güzel kanıtlarından biri değil mi? Ve ihtiyaç duyduğumuz bütün kaynakların içimizdeki varlığını fark ederek kendi yaşam yolculuğumuza kendi rehberliğimizde hemen şimdi çıkmak için bizi tutan ne?
“Gereken sadece savaş araçlarının aklanması değil, aynı zamanda yüreklerin de aklanmasıdır; yargılamaya değil, anlamaya, kapanmaya değil açılmaya alışılmalıdır. Barış, bir düşünce olarak değil, yaşamımızın öz ritmi olarak geliştirilmelidir.” Bu ifade, toplumsal değişimlere dair geniş bir bakış açısı sunsa da, tüm toplumsal değişiklikler, bireysel çabaların sonucunda şekillenir. Koçluğun nötr duruşu, yargısızlığı ve olanı olduğu gibi kabullenme yaklaşımı, belki de büyük hedeflere yürürken atılacak küçük adımların temel taşını oluşturur. Susanna Tamaro bir mektubunda, bu tutumun sadece bir insan tarafından benimsenmesiyle nasıl huzur getirdiğini büyükannesinden bahsederken şu şekilde dile getiriyor: “Gündelik yaşantısında başkalarına tek sunduğu, yargılama tuzağına asla düşmeden dinleme ve kabul etme yeteneği ve buna bağlı olarak neşeli bir canlılıktı.”
Koçlukta, hayalin gücünden ve bugün algıladığımızın ötesini düşünmenin öneminden sıkça bahsedilir. Mektuplarda yer alan bir cümle, bunun çocuklukta nasıl kolayca gerçekleşebildiğini, büyüdükçe ise destekleyiciye ihtiyaç duyduğumuzu hatırlatıyor. Bir gün, evinin etrafındaki otlaklarda yeğeniyle gezintiye çıkan Tamaro’nun yeğeni bir anda çimlerin üzerine uzanıyor ve yeri öpmeye başlıyor, ne yaptığı sorusuna cevabı ise çok basit “Karıncaları öpüyorum.” Bu yanıtta hem hayal diyebileceğimiz şeylerin gerçeğe ne kadar yakın olduğunu hem de en saf haliyle sevginin beklemediğimiz anlarda nasıl da kendini gösterdiğini görüyoruz.
Susanna Tamaro, yazarlık mesleğinden bahsettiğin mektuplarından birinde çaba göstermenin gerekliliğini ve bazı taslakları gözden çıkarmanın önemini vurguluyor. “Çöpe atmak, yırtmak, silmek, acı veren ama son derece gerekli olan eylemlerdir: Söz konusu olan kendi tembelliğinizle, gururunuzla ve kibrinizle savaşmaktır.” Bu cümle, koçlukla ilgili birden fazla konuda çağrışım yapıyor. Bir tanesi daha teknik bir konu: Koçluk konusu belirlerken veya koçluk içerisinde karşılaştığımız negatif kelimeleri doğru yorumlamak. Koçluğun olumluluk odaklı olması zaman zaman aklımıza karıştırıp aslında derinde olumlu anlamlar taşıyan negatif ifadelere karşı bir önyargı oluşturmamıza neden olabiliyor, böyle zamanlarda bu cümleyi düşünüp kendimize bir yazarın çalışmasının ilk taslakları silmek, yok etmek istemesinin kulağa olumsuz gelse de yeniliklere yer açan temiz bir başlangıca olanak sağladığını hatırlatabiliriz. Diğer çağrışım ise olumsuz deneyimlerden ders çıkarmak, onların da bizim olduğunu ama daha iyiye gitmek için yeterli olmadıklarını kabullenip gelişime odaklanabilmek. Nasıl ki ilk metin taslakları edebi harikalar değilse ilk koçluk seansları da ümit edildiği kadar iyi geçmeyebiliyor ancak uzun yolculuklarının ilk adımlarının acılı ama bir o kadar da değerli olduğunu düşünmek bize bu yolda kuvvet verebilir.
Koçluk seansında üzerine konuşulacak konu, kişinin kontrol edebileceği bir konu olmalıdır. Peki ya neyi kontrol edebileceğimizin farkında değilsek? Bazen görmek istemediğimiz, yüzleşmekten kaçtığımız, sorumluluğu başkalarına yüklemeyi daha kolay bulduğumuz için, bize bağlı olan şeylerin kontrolümüzde olmadığını düşünebiliriz. Susanna Tamaro, bir mektubunda eşiyle kavga ederken aynada kendisini görüp “Ansızın aynada kendimi gördüğümde ne denli çirkin ve gülünç olduğumu fark ettim ve kavgayı sürdüremedim. Kavgamızın sebebi öylesine saçmaydı ki. Ayna büyük bir öğretmen.” diyen bir arkadaşından söz ediyor. Koçlukta benzer şekilde, kişi seanslar boyunca ifade ettiklerini bir aynadan duymaya/ görmeye başlıyor, böyle zamanlarda yüzleşmenin getirdiği sorumlulukla insan kendi payını sahiplenip değişime kendinden başlayabiliyor.
Tabii ki, bu kitap kendine ya da bir başkasına koçluk yapmayı hedefleyen bir eser değil ve zaman zaman kitapta yer verilen bazı konular koçluk yaklaşımının geleceğe odaklılığından, umut doluluğundan farklı bir tutumla da ele alınıyor. Yine de, temelde kişinin sevgi, anlayış ve iyi niyet ihtiyacına ve insan olmanın tamlığına, yeterliliğine olan inançla, kitap ve koçluk ortak noktada buluşuyor.
Yaşamın kendi zamanını seçen bir yolculuk olduğunu düşündüğümüzde, Susanna Tamaro’nun şu ifadelerinin ışığında o yolu yürümek oldukça keyifli olabilir gibi görünüyor:
“Büyük yürüyüşçüler olmalıyız değil mi? Yürümeli, yürümeli ve gene yürümeliyiz, birbirimizin yanında, birbirimizin ayakkabılarını giyerek biri, ötekinin ayakkabılarının içinde yürümeliyiz. Bu dünyaya geldiğimiz ve buradan gideceğimiz günü düşünerek yürümeliyiz. Kırılganlığın, çıplaklığın yanı sıra cübbesiz ve pankartsız yürümeliyiz. Temellerinin artık önyargı ve yargı değil, alçakgönüllülük ve anlayış olduğu dünyayı oluşturmak için yürümeliyiz.”
Kaynak: Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum (Cara Mathilda. Lettere a un’amica), Susanna Tamaro, 1997
YAZAN: Sabriye Pamukçu Gökkaya ( Profesyonel Erickson Koçu)