Makaleler Öneriler

Beklentiler Köyünde Bir Çocuk

 

 

Sema K. Tezer / Denge Merkezi Ailesi Üyesi

Bir varmış, bin çokmuş… Hayat uzun mu uzun ve sonsuz bir yolmuş. İnsanlar bu yolda tıngır mıngır, güzel güzel gidiyorlarmış. Hava sıcacık, güneşliymiş. Toprak kokusu, çiçek kokuları, yapraklar, böcekler… yol boyu her şey nefesleri kesecek güzellikteymiş. İnsanlar aile, akraba ve arkadaşlarıyla; tanıdık, tanımadık hep birlikte yürüyorlarmış. Herkesin keyfi gıcır, rahatları yerindeymiş.

Hani yol buya; her zaman aynı şirinlikte devam etmiyormuş. Kimi zaman önlerine aşılacak dereler, gürüldeyen bulutlarla sicim gibi yağmurlar,  tırmanılacak dağlar, sabredilmesi gereken rüzgârlar da çıkıyormuş. Yol boyu karşılaşılan her koşul farklı olunca, birlikte yol alan herkesin koşullara verdiği tepkiler de ayrı oluyormuş tabiî ki. Herkesin gücü, kuvveti de, sabrı da, bakış açısı da aynı değilmiş ki sonuçta. Herkes birbirinden farklı birer insanmış. Bu nedenle de kimileri derelere düşüyor, kimileri “Benim gücüm bitti” diye soluklanma molası veriyor, kimileri tazı gibi koşarak, dereleri tepeleri aşıyormuş. Kimileri de;  “Ben gidemiyorum, sen de gitme, bekle” diye bir diğerinin paçasını çekiyor, ya da öndeki kişi “Haydi kalk sen de yetiş” diyerek, soluk soluğa kalmış yorgun birini, elinden kolundan çekiştirip, daha da yorarak yola sokmaya çalışıyormuş.

Hal böyle olunca, yolculuğun tadı kaçmaya başlamış. Güzellikleri, çiçekleri, kokuları kimseler göremez, duyamaz olmuş. Şen kahkahalarla edilen derin sohbetler, muhabbetler, birbirlerine duydukları sevgi, yerini çatışmalara, rekabete, dedikodulara, karşılık beklenen; en temelde herkesin birbirinden bir şeyler bekleyip, o beklentilerin karşılanıp karşılanmadığına göre ölçülen ilişkilere bırakmaya başlamış. İnsanlar bir keyifli yolculukta olduklarını unutmaya ve birbirlerine de unutturmaya başlamışlar.

Aralarında şöyle konuşmalar artmaya başlamış;

“Beni yolun o köşesinde beklemeliydin, ben senden bunu beklerdim!”

“Dereyi aşarken elimi tutmadın, öylece geçip gittin! Oysa ben senden elimi tutmanı beklerdim.”

“Tamam, şimdi elimi tuttun ama yol boyu da çok bırakıyorsun, hiç bırakmamanı bekliyorum!”

“Ama o kıyafetler olmaz ki, bu yolda senin şunları giymeni bekliyorum, doğrusu bu!”

“Beni sevmeni, ilgi göstermeni bekliyorum.”

“Diğer insanlarla birlikte olman beni kızdırıyor, onlara değil, bana zaman ayırmanı bekliyorum.”

“Koşarak değil, benim yanımda adım adım yürümeni bekliyorum.”

“Düz yol dururken niye tarlalara dalıp, topraktan yürüyorsun? Benimle birlikte, bu düz ve belirli sınırlarda yürü istiyorum.”

“Bu yol çocuksuz olmaz canım. Ben senden bu yolu bir çocukla birlikte yürümeni bekliyorum.”

“O elini tuttuğun insan ailemize göre değil, bize uygun bir insanla yürümeni bekliyorum.”

……..

Bu liste uzayıp gitmeye başlamış. Liste uzadıkça insanlar hangi yolda olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini unutmaya; pusulalarını, içlerindeki neşeyi, keyfi, coşkuyu kaybetmeye başlamışlar.

Coşkunun ve yaşam sevincinin azaldığı yerde, enerji kalır mı? Tabiki tüm bunlar enerjilerini yitirmelerine ve yol boyu sık sık oturmalarına neden olmaya başlamış. En sonunda “yol alma”nın anlamını iyice kaybettiği bir gün, bir grup insan bulundukları yerde durup habire birbirlerinden bir şeyler beklerken, bir köy kurmaya karar vermişler; adını da “BEKLENTİLER KÖYÜ kurmuşlar. Tek bildikleri ve en iyi yaptıkları şey, ellerindeki beklenti oklarıyla birbirlerini vurmak ve karşıdan gelen oklara karşı da kendilerini savunmakmış. Etrafa saçılan oklar zamanla köyün çevresinde birikmeye ve yıllar içinde etraflarını hiç göremeyecekleri duvarlar oluşturmaya başlamış. İnsanlar, o duvarların ardında keselerini “beklenti oklarıyla” doldurmaya ve okları “dilleriyle ve gözleriyle” saçmaya devam etmişler. Tek amaçları, tek eylemleri ve söylemleri bunlar olmuş.

Derken bir gün köyde bir çocuk dünyaya gelmiş. Köydeki herkesten farklı bir çocuk… Meraklı, neşeli, kıpır kıpır koşturan, her şeyi inceleyen, çok soru soran bir çocuk… Yıllardır köyde kimsenin fark etmediği şeyleri fark etmeye ve böylece insanların da dikkatini çekmeye başlamış. Kendi oklarına ya da atılan oklara karşı kendini savunmaya hiç mi hiç ilgisi yokmuş. Merakla etrafını araştırıp incelemekten, öğrenmekten başka zamanı da kalmıyormuş ki zaten, beklenti oklarını yakalamaya…

Günlerden bir gün dikkatini köyün etrafındaki duvarlar çekmiş. “Bunlar da ne? Kim yaptı ki bunları?”diye düşünmeye başlamış. Köylülere sormuş. İnsanlar, bırakın duvarları kimin yaptığını; duvarların varlığının bile farkında değillermiş! Çocuğa; “Ne duvarı, saçmalama, hayal kurmayı bırak! Al şunları kesene koy!” diyerek kesesine oklar eklemeye çalışmışlar. Çocuğun merakı dinmek ne kelime, daha da çoğalmış. Bir gün,

“Duvarları kim yaptıysa yaptı, önemi yok. Ben bu duvarların ardını merak ediyorum” diyerek tırmanmaya karar vermiş. Bir denemiş, iki denemiş… Üç denemiş… Bir yere kadar tırmanıyor ama hep sonunda ağırlığını çekemeyip geri düşüyormuş. “Nasıl çıkarım? Nasıl çıkarım?” diye düşünürken; sırtındaki “Beklenti” kesesini fark etmiş. İçine baktığında insanların ona sormadan koydukları okları görmüş; “Tabiki çıkamam, bunlar çok ağır ve bana yük oluyor. Hepsini bırakmam gerek.” demiş.

Önce kesenin içindeki okları birer birer çıkarmış ve BEKLENTİLERİNİ “SIFIR”LAMIŞ. Ardından “BEKLENTİ KESESİ”ne de artık ihtiyacı olmadığını anlayarak, çıkarmaya çalışmış. Ancak, annesinin özel düğümlerle, ilk doğduğu gün sırtına bağladığı bu keseyi kendinden ayırmak o kadar da kolay olmamış. Nasıl kolay olsun ki, insanların keselerini sanki birer organları sandıkları ve onsuz olamadıkları bir köyde yaşıyormuş çocuk. Ayrıca yıllardır keseyi çıkartıp atmak üzere değil, nasıl daha da doldurabileceği üzerine eğitim almış, köyün diğer çocukları gibi!

“BEKLENTİLERİNİ “SIFIRLAYIP” kesesinden özgürleşen çocuğa yeniden güçlü bir enerji gelmiş. Bir zıplayışta tırmanmış duvarı. Son adımını da atıp en tepeye çıktığında gördüklerini anlatmaya ne benim ne de onun kelimeleri yetmez… İçten bir özgürlük duygusuyla, derin bir nefes almış. Kalbinin sesini, kendindeki ve doğadaki canlılığı fark etmiş. Gördüklerine dair ise tek anlatılacak şey, duvarların ardında kıvrıla kıvrıla uzayıp giden bir yol ve yoldaki yolcularmış.

 

İyi yolculuklar çocuk…  Yolun açık olsun…