Profesyonel Erickson Koçu / Zerrin Aytar
“Çocuklarına hep masallar anlatan bir anneyim ben; küçükken hastalandıklarında ateş ölçeri kollarının altında tutmaya razı olsunlar, uyku zamanı yatağa girsinler, ağladıklarında sakinleşsinler diye hep masal anlattım. Bilindik masalları dinlemek istemezlerdi, ben de her seferinde “uydururdum”J Kimi zaman gün içinde yaptıkları bir hatayı anlamaları için, kimi zaman yapamadıkları için üzüldükleri birşeyi yapamıyor olmanın normalliğini vurgulamak için, kendilerini oldukları gibi kabul etmelerini ve sevmelerini sağlamak için hep masallara sığındım. Koçlukla yoğrulduktan sonra anlattığım bir masal bu, dinleyince çok beğendiler ve “Anne, sen çok güzel masal anlatıyorsun, bunları yazmalısın” diyerek bana ilham verdiler. İlk kez anlattığım bir masalı yazıyorum, keyifle okumanız dileğiyle…”
Düşlerin gerçek olduğu, gerçeklerin düşe dönüştüğü uzak, tılsımlı bir ülkede birbirini çok seven anne eşek ile iki küçük sıpası mutluluk içinde yaşarmış. Küçük sıpaların en çok sevdiği şey durmaksızın zıplamak, oradan oraya hesapsızca koşmakmış. Bu sırada evin içinde dağılan, kırılan, dökülen eşyalar anne eşeği çok kızdırır, sıpalarına sürekli “durun, koşmayın, dikkat edin” diye bağırmaktan yorgun düşermiş. Sıpacıklar annelerini çok sever, sözünü dinlemek ister, yine de kendilerine engel olamaz, deli divane koşturmaya devam ederlermiş.
Günlerden bir gün anne eşek sıpalardan birinin dilinin büyüdüğünü fark etmiş. Bu normal miymiş, yoksa hastalanmış mı yavrusu? Sıpacık hiç bir şey olmamış gibi oynamaya, gücü yettiğince çığlıklar atarak oradan oraya koşturmaya devam etmekteymiş, kimseyi dinlemeden… Bir sabah uyandıklarında sıpacık kahvaltı masasına gelmiş, dili o kadar büyümüş o kadar büyümüş ki bırakın yemek yemeyi konuşamıyormuş bile. Anne eşek korkuyla yavrusuna bakmış, bir de ne görsün? Dili ne kadar büyüdüyse kulakları da o kadar küçülmemiş mi sıpacığın?
Hemen hastaneye götürmüş küçük sıpayı, doktorlar incelemişler, bir araya gelip değerlendirmişler, durumu bir türlü çözememişler. “Üzgünüz, bunun tedavisi yok, bu şekilde yaşamaya alışacaksınız” demişler anne eşeğe. Duyduklarına çok üzülen anne eşek yavrusunu kucaklamış, evlerine geri götürmüş. Günlerce gezmiş, herkese derdini anlatmış derman aramış. Tam ümidi bitmek üzereyken köylerden birindeki yaşlı bir baykuş gizli bir sırrı paylaşır gibi ciddiyetle konuşmuş anne eşekle: “Biraz uzak bir ormanda yaşayan bilge bir koç belki çare olur derdinize…”
Anne eşek hemen yola düşmüş minik sıpayla birlikte, uzun yollar gitmişler, dereler tepeler aşmışlar, yorgun, uykusuz varmışlar baykuşun söylediği ormana. Yol boyunca da didişip durmuşlar; sıpa söz dinlemez, gördüğü her çalıda, her nehirde, her kuşta durur, onlarla konuşmaya çalışır, annesine kulak vermeden peşlerinden koşturup gidermiş. Anne eşek ise yol uzadı, zaman daraldı, sıpacık zarar görecek diye endişe ile bağırıp yavrusunu dizginlemeye uğraşırmış.
Nihayet bilge koçu bulmuşlar ormanda, anne eşek bir çırpıda anlatmış olanları. “Ne olur” demiş, “çare bulun yavruma…” Bilge koç derin derin düşünmüş, “Size yardım edeceğim ancak söylediklerime harfiyen uyacaksınız. Yoksa iyileşme beklemeyin yavrunuzda..” Anne eşek atılmış “Elbette!” demiş, “ne söylerseniz tastamam yapacağız, yeter ki çözün derdimizi”
“Ormanda ulu bir çınar var, onun yanına gideceksiniz, 3 gün 3 gece konuşmadan, yemeden, içmeden sadece onun altında oturacaksınız. Sonra da benim yanıma geleceksiniz” demiş bilge koç. Duydukları tuhaf gelse de çaresizce kabullenmiş anne eşek, sıpacığını da almış düşmüş yola.
Ulu çınarın gölgesine yerleşmişler ana oğul ve beklemeye başlamışlar geçmesini zamanın. Başlarda sıkılmışlar, acıkmışlar, susamışlar, sıpacık koşmak istemiş koşamamış… Verdikleri sözü hatırlamışlar bilge koça ve sıkmışlar dişlerini. Gerçekten de 3 gün 3 gece sadece orada oturmuş ve beklemişler, hiç konuşmadan…
Sürenin sonunda bilge koçun yanına varmışlar neler söyleyeceğini merak ederek. Gülümseyerek karşılamış onları bilge koç.
“Anlatın bakalım, nasıl geçti ulu çınarla maceranız? Neler öğrendiniz?”
Bu soru üzerine anne eşek fark etmiş ki bu 3 gün 3 gece boyunca yavrusuna hiç dır dır etmemiş. Sanki kulakları her zamankinden iyi duyuyor, burnu her zamankinden güzel kokular alıyor, kalbi her zamankinden sıcak atıyormuş. Endişeleri ulu çınarın köklerine dağılıp gidivermiş gibi. “Kabullenmeyi öğrendim” çıkıvermiş ağzından. Kendisi de şaşırmış bunu söylediğine.
“Orada beklerken çok düşündüm, içimde başka başka sesler olduğunu farkettim, sanki içimde bir başka ben vardı da yıllardır benimle konuşmayı bekliyordu. Onun sesini ilk kez duydum, daha az konuşsaydım daha önce de duyardım belki ama geç de olsa duyduğuma memnun oldum.”
“Neler söyledi içindeki ses?” diye sormuş bilge koç. “Kulaklarımın küçücük kaldığını. Kalbimin çok yavaş attığını. Orada öylece beklemek başta çok zordu ama zamanla toprağın, kuşların, ulu çınarın, kelebeklerin bir parçası oldum sanki, karıştım onlara kendimi kaybettim. Artık toprak kokuyorum biraz, kalbimin pırıltısı bir kelebeğin kanatları gibi rengarenk, bir kuşun kanat çırpışı gibi tez. Sıpamın güzel gözlerine baktım uzun uzun, kendimi gördüm o gözlerde. Ne güzel bakarmış bana meğer ve ben ne güzel görünürmüşüm o gözlerde. Kendimi bıraktım ulu çınarın dallarına, yavaş yavaş yeşerdim, ışıklandım, çiçeklendim. Gün ışığı doldu bedenime, içimdeki karanlığı süpürdü götürdü derinlere…”
“Bundan sonra neler yapacaksın?” diye sormuş bilge koç. “Herkesi ama en çok da kendimi dinleyeceğim” demiş anne eşek. “Zannederdim ki ben konuşup söylemezsem, akıl vermezsem sıpalarım yaşayamaz. Ben herşeyin en iyisini bilmezsem, her sorunlarını çözmezsem beni sevmezler. Oysa orada sıpamın gözlerinde sadece sevgi gördüm, konuşamıyordu ama bana “beni sadece sev” dedi usulca. Duydum bunu ben, gerçekten! Kalbinden duydum, kalbimle duydum.”
“Neleri farklı yapacaksın?” diye sormuş bilge koç.
“Kalbimle duyunca anladım ki sıpam eşsiz. Değişmesi gerekmiyor, benim de değiştirmek için çabalamam… Ulu çınarın dalları gibi bir özgürlük bu…”
Masal bu ya, annesiyle bilge koçun konuşmalarını sessizce dinleyen sıpa konuşmaya başlamış: “Anne” demiş usulca. “Ulu çınar bana bir hediye verdi…” Anne eşek dönüp bakmış yavrusuna, bir de ne görsün? Sıpacığın dili de kulakları da normale dönmemiş mi? Sevinçten çığlıklar atıp dans etmeye başlamış anne eşek. Annesini ilk kez bu halde görmek önce garip gelmiş sıpacığa, ama gördükleri keyfini artırmış, neşeyle zıplamaya başlamış o da.
Bilge koç dönmüş yavrucuğa: “Nasıl bir hediye verdi sana ulu çınar?” “Yorulmuşsun, ilk hediyem dinlenmek; üç gün üç gece dinleneceksin koynumda. Üzülmüşsün, anlatmaktan ama anlaşılmamaktan. İkinci hediyem cesaret; benim gövdem gibi güçlü, köklerim gibi sağlam duracaksın beni hatırladıkça, ancak o zaman kendi köklerini salabilirsin toprağa ve ancak o zaman kendi renginde meyveler sunarsın etrafına. Duyduklarına kapatmışsın kendini. Üçüncü hediyem korkusuzluk; kendini anlatmaktan ve söylenenleri dinlemekten korkmaman için. Dinlemek en güzel hediyedir sevdiklerine, sen dinledikçe onlar da yeşertir dallarını ve sen dinlemekte ustalaştıkça neyi duyacağını seçebilirsin, anladığın ölçüde de mutlu olursun duyduklarından. Söğüt ağacı gibi yumuşacık olursun o zaman, eğilir bükülürsün belki ama kırılmaz dalların. Ha bir de sakın unutma! Ben artık senin dostunum, sırtını dayayıp anlatmak istediğinde burada geniş gövdem, huzur dolu gölgemle beklerim seni. İstediğin zaman gel…”
“Bunları duymak sana nasıl hissettirdi?” diye sormuş bilge koç yumuşacık sesiyle. Yavru sıpa gözleri ışıl ışıl “Ben ne değerliyim, hayat ne değerli, sevmek ne kolay!” demiş coşkuyla.
“Bundan sonra nasıl davranacaksın?” diye sormuş bilge koç yavrucuğa. “Korkmam ki artık” demiş yavrucuk neşeyle, “hem anlatırım, hem dinlerim. Kalbimde bir sürü duygu var, hiçbiri yanlış değil, ben hepsiyim ve böylesi daha eğlenceli :)”
Annesine dönmüş heyecanla; “Haydi anne, hızlanalım, çabucak gidelim evimize. Kardeşime de anlatalım bunları.”
Anne eşek gülümsemiş yavrusuna, bilge koça dönerek “Size nasıl teşekkür etsem bilmem ki. 3 gün önce geldiğimde bambaşka biriydim, ümitsizdim, siz ümit oldunuz yavruma. Bu orman gerçekten sihirliymiş, şifa oldu tüm yaralarımıza.”
Bilge koç derin bir nefes almış: “Sihir ormanda değil, sizin kalbinizde. Ulu çınar ve ben onu görmenize destek olduk yalnızca. Siz görmek istediniz, çabaladınız ve başardınız. Sevgi yolda tuttu sizi, vazgeçmediniz birbirinizden. Hem birbirinizi keşfettiniz yeniden hem de çokluktaki biri sindirdiniz hücrelerinize. Bundan sonra siz de bu sihri taşıyın gittiğiniz yerlere, yolunuz açık olsun!”
Anne oğul güle oynaya düşmüş yollara. Yolculuğa başlarken upuzun gelen yollar dönüşte kısalmış sanki, sıpacığın her çalı başında durması, her kuşun peşinden koşması annesini eğlendirmiş bu sefer, o da neşeyle eşlik etmiş yavrusuna. Üstelik geç de kalmamışlar, tam zamanında varmışlar yuvalarına.
Diğer sıpacık karşılamış onları kapıda: “Hoşgeldiniz!” demiş, “çok merak ettik sizi.” Kardeşine bakmış dikkatle, sevinçten zıp zıp zıplamaya başlamış olduğu yerde kardeşinin iyileştiğini görünce.
“Sana ulu çınarı anlatmak için sabırsızlanıyorum” demiş yavru sıpa, kardeşini çekiştirirken. “Ama önce bir söz vereceğim sana; kardeşim olduğun için mutlu olduğumu sakın unutma ve seni hep dinleyeceğimi bil bundan sonra” Kardeşi duyduklarına şaşırmış şaşırmasına da o kadar mutluymuş ki tekrar bir arada oldukları için, üzerinde fazla durmamış bu garip sözlerin, neşeyle koşturup oynamaya devam etmiş. Eh ne de olsa en iyi oyun arkadaşı yanındaymış yeniden, şimdi düşünmek zamanı değilmiş! Anne eşek sevgiyle bakmış yavrularına. İçi şükranla doluymuş, sesini duyurabilmek için çaba harcayarak “Pikniğe gitmeye ne dersiniz?” demiş.
“Kimbilir, belki bizim ormanımızda da bir ulu çınar vardır, kendisiyle tanışmamızı bekleyen?”