Diğer Makaleler Öneriler

Sükûnete Yolculuk…

Yazan: Orçun Coşkun, Profesyonel Erickson Koçu

Her şey ’in başladığı yerdeyim. Kıyısındaki balçıklara kaçan topumuzu kurtarırken, lağım kokusunun burnumuzun direğini kırdığı kurbağalı dere… Hala oracıkta dursaydı ya! Sevdiğimiz birkaç oyundan biri olan    “kurbağa taşlama” ‘ ya devam eden çocuklar da olur muydu şimdilerde… Dere artık çift şeritli yol… Üst kata çıkarken merdivenleri gacırdayan 2 katlı ahşap evimizin yerini sıradanlığıyla 4 katlı sarı boyalı apartman almış. Ahşap evimizin karşısındaki Remziye teyze ve Erhan amca akşamüstü çekirdek çıtalamıyorlar. Her gece yalnızlıktan korktuğumda babamı çağırmak için gittiğim semt kahvesi nargileci olmuş. Nazlı teyze çapkın kocasını beklemiyor kapılarda, Zeynep abla ve Tır şoförü babası taşınmışlar. Yeşim abla kızlarını evlendirip memlekete gitmiş. Evimizin karşısındaki kaportacı dükkânın yerinde Kamil Koç bileti satılıyor artık. Bilincimin derinliğine uzandığımda gözümün önüne gelen ve sanki hayatımın giriş fragmanının başladığı yer bu değildi elbet.

 Perşembe’leri hiç sevmem. Hava güneşliydi oysaki o gün, kahverengi havlu kumaştan şortum ve en sevdiğim kavuniçi tişörtümle kendimi sokağa atmış, biraz önce üzerine tuz serpilmiş “sana” yağı sürülmüş bir dilim ekmeğimi iştahla yiyerek hevesle köşedeki evden İsmail’i çağırıyorum. Sokaklar ve evler alabildiğince kırık, dökük ve hırpani, bugünlerdeki zenginliğine dair hiç ipucu vermiyor. Plastik şeffaf poşetime doldurduğum rengârenk misketlerimle biraz sonra başlayacak oyun temaşasının heyecanını yaşıyorum. O anda, misketlerimin birbirine çarpmasıyla çıkan şıngırtıları bastıran bir sesleniş benim için anlamını bilmediğim kadına ait. Sesin geldiği yöne doğru bakmamla, aksi yönde tüm hızımla en çok da korkumdan arkama bakmaksızın hışımla kaçmamı nasıl izah edebilirim ki? Ta ki beni yakalayamayacağına inandığım bir kuytudan dönüp baktığımda, arkamda gördüğüm koca bir boşluktu. Ne misketlerim kalmıştı, ne de beni kucaklayıp, sarıp sar mayalayacak bir anne. İşte benim kendimden, çocukluğumdan, şefkatten, sıcaklıktan kaçışım böyle bir Perşembe’de başladı.

Hep kaçmakla geçirdim yılları. Sanki birileri, bireyler beni kovalıyordu da ben de kaçtıkça kurtulacağımı sanıyordum, hem de neden kaçtığımı bilmeden. Oysa kaçtığım şeyin kendi gerçekliğim olduğunu anlamam ne kadar uzun sürdü. Yakalanmamak için tüm gücümle koşuyordum. Koşmaktı beni hayatta tutan, koşarken herkesi geçiyordum. Koştukça engelleri aşıyordum. Ben koştukça geçtiğim engellerin tekrar tekrar önüme konduğunu anlamam için ne yaşamam gerekiyordu?

Yolum hep çukurlu, çamurlu, engebeliydi. Yâda ben yanlış yola girmiştim. O zaman ne yapmalıydım? , nasıl doğru yolu bulacaktım? Neden her türlü zorluk beni buluyordu? Kendini tekrar eden sıkışmışlık hissi nasıl bitecekti? Mutlu muydum acaba? Gerçekten mutlu insanlar var mıydı? Mutluluk ulaşılabilir miydi? Peki ya huzur? Huzur neydi? Aksamları ailecek bir masada toplanıp çorba ile başlayan, kıymalı patates yemeğinin ardından yenen şehriyeli pilav huzur için yetmez miydi? Çok şey mi istiyordum ki ben. Tamam, fakat bunlar olmadıysa, yine de bu kadar katı olmak zorunda mıydım? Yumuşarsan seni ezerler oğlum! Sert olmalısın, Dik dur, eğilme! Başımın içinde bitmeyen iç sesler eşliğinde sürekli olarak zeminden tavana yürümeye başlayıp duvarın yarısında yere düşen Gerger Samsa gibi sırt üstü ters dönüp bacaklarım havada çırpınır halde yıllarım geçti.

Ta ki bir gün bir terkediliş beni kendime getirinceye kadar…

Aslında alışkındım engebeli, şose yollarda kundura ayakkabılarla yürümeye. Ama artık ne kunduralar eski kalitesindeydi, ne de şose yollar eski yumuşaklığında… Artık yere düştüğünde canımın acısı geçmiyordu. Canımı çok acıtıyordu bu düşmeler. Karar vermeliydim ya düşmeden yürümeyi öğrenmeli yâda yolumu değiştirmeliydim… Mutlu olabilirdim belki o zaman. Öyle ya Aristo mutluluk için iyi bir kadere sahip olmak lazım der. Ya kaderimi değiştirecektim ya da M.Erikson’un dediği gibi hayatın getirdiği acıyı kucaklayıp, mutlu olmanın sorumluluğunu üstlenecektim. Kaderimi tayin edemiyor olmak hoşuma gitmiyordu.

Gerçekten de hayatın bana acı çektirmek için elinden geleni yaptığını düşünerek kendime acımaktan vazgeçmem gerektiğini anlamam,  birinin bana sorular sormaya başladığı anda gerçekleşti. Sanırım kendime ve hayata epeyce yabancılaştığım en karanlık noktada tünelin sonundaki aydınlık dünyaya o sorgu kapısından geçerek girdim.

Aman Allah’ım! O tünelin sonunda neler yok ki! İlk sürpriz, kendi özüm tüm şefkatiyle kucakladı beni. Sıcaklığıyla içimi ısıttı, sarıp sarmaladı. Meğer ne çok ihtiyacım varmış kendime şefkat göstermeye. Değil mi ki sen kendine şefkat göstermiyorsun, nasıl kapının dışındakiler sana şefkat göstersin?

Soran dedi ki;

  • Gel paşam otur şöyle başköşeye, neye ihtiyacın var söyle hele!

O an anladım ki ben hiç kendime bu soruyu sormamışım. Soruları hep dışarı sormuşum, kendime ait soruların cevaplarını sürekli dışarda aramışım.

Pusulası olmayan denizciler gibi açık denizlerde, yüksek dalgalarla boğuşup kendi etrafımda yol alıp gitmişim de kendi hayatımın dümeni beni bir türlü varmam gereken sakin limana götürememiş. Bense denize kızıp dalgalara lanet okumakla Poseidon’un gazabına uğramışım.

Soran, tıpkı Alâeddin’in sihirli lambasındaki cin gibi, “ söyle bana, ne istersin” dedi. İsteklerine yabancı olan benliğimin buna alışması elbet zaman aldı. Ama kolay değildi ya hemencecik oracıkta bütün soruların cevaplanması, tüm isteklerin dile gelmesi… Onca yılın ceremesi bunca zamanda çıkarımıydı? Çıkmazdı elbet. Ama yol doğru yoldu artık. Engel de yoktu, hava da açık tık. Rüzgâr da bizden yanaydı artık. Yelkenler doğru yöne çevriliydi, rüzgârımız bizi tam da 10 noktasındaki, istediğimiz sakin limana doğru götürecekti. Tek yapmam gereken dümeni kimselere vermemekti. Pusulamız sorular, yönümüz içe doğru yolcuktu.

  • Sordu,tam da istediğin gibi sükûnete erdiğin an’dasın!Ne görüyorsun ?
  • Gözlerimi kapadım, Mayıs ya da Eylül zamanı, serin değil ama içimi sıcak tutacak kadar ılık bir mevsimdeyim. Taş bir ev, küçük bir bahçesi var ve bahçe ile deniz arasında rengârenk çakıl taşlarının olduğu upuzun bir sahil görüyorum. Sahilde bir kız çocuğu pamuk gibi yumuşak elleriyle, kıvır kıvır saçlarını okşuyor. Annesinin uzun, beyaz keten elbisesinin saçaklarından çekiştirerek onu denize sürüklüyor, bense elimde kitabım, yüzümde gülümse ile onların cilveli seslerinin denizin dalga seslerine karışmasını dinliyorum. Bir an dönüp sımsıcak gülümsemeleriyle bana seslenip, Hadi sen de gel! Diyorlar…
  • “ Peki, o anda ne hissediyorsun?
  • Tek kelime, “huzur”
  • Bugünden o resme ulaşmak için neyi farklı yapabilirsin?
  • “Bugüne kadar ne yaptıysam tersini “ diyorum.
  • Yani ufak bir adım atacak olsan bu ne olurdu?
  • Sanırım tüm geçmişime beni bugüne taşıdığı için minnet duymak…
  • Peki, bunu yapıyor olmanın sana ve çevrene etkisi ne olur?
  • Beni geleceğe bağlar, yeniden bir umudun peşinden sürükleniyor olmak beni canlı tutar.
  • Böyle olmanın senin için değeri nedir?
  • Yaşadığımı hissederim.
  • “Peki, o zaman, yüzünde gülümseme yaratan bu gelecek yolculuğunda sana tüm kalbimle yolun açık olsun diyorum “ dedi soran…

Biliyorum ki bu yolculuğun sonu yok, o sakin liman ise yaklaştıkça uzaklaşıyor ama uzakta da olsa her yaptığın sorgulama tıpkı elindeki dürbünle, uzakta varmak istediğim limana attığım bakış gibi. Dürbünü her eline aldığımda içim kıpır kıpır. Dürbünün ucunda gördüğüm ise koştukça uzaklaştığım çocukluğum. Misketleri ile beni bekliyor, turuncu tişörtü ve kahverengi havlu şortuyla ama bu kez mutlu, gelecekten umutlu.