Makaleler

Bilgeyle Buluşma

Yazan: Zeynep UYMUR KOCAL / Profesyonel Erickson Koçu

 

“Sen hep soru sorardın, hiç durmadan, hiç usanmadan…” Bu cümle annemin bana çocukluğumu anlatırken en çok kurduğu cümledir. Annemin sorularım karşısındaki yanıtlarına ve sabrına teşekkür etmeliyim bir kez daha.

Bir de hep okurken gördüğüm, kitaplarla dolu bir dünyada yaşayan benimle yetişkin yetişkin iletişimi kurmuş bir babam var. Onca zamandır bana öğretmen rolümde de rehberlik etmiş bir cümlesi vardır ki öğrenme ve insanlar arası iletişime bakışım adına yaşam düsturlarımdandır:

İnsanlar, yaşça büyük, küçük, yaşlı genç, çocuk yetişkin, kadın erkek, anne, baba, çocuk fark etmez, hep birbirlerine bir şeyler öğretir. Herkesin birbirinden feyz alacağı öğreneceği şeyler vardır.

O zaman ergen aklımla epey bir düşünmüş ve düşündükçe de mutlu olmuştum bu cümlenin anlamını. Sanki bütün hücrelerime işlemişti. Cinsiyetin, otoritenin, o neden diye sorguladığım büyüklere saygı kurallarının hepsi yıkılmış yerini cinsiyet, yaş gözetmeksizin varlığa bürünmüş bir saygı ve eşitlik hali almıştı. Çok mutlu olmuştum. Bu mutluluğum öyle bir sarmalamış olmalı ki beni, annemin sabrı, babamın iletişime bakış açısı ve bunların bendeki izleri birleşince ortaya işini çok seven bir öğretmen çıkıverdi. Ancak öğretmenliğin kimliğime dönüşmeye başlaması ve bankada, markette ya da yeni tanıştığım mekanlarda etrafımdakilerin daha adımı bilmeden “Öğretmen misiniz?” diye sorması bende kendimden memnun olmama halini de doğurdu ve derken kendimi özüme yaptığım eşsiz bir yolculuğun içinde buluverdim. Her kanal beni özümün, gerçekten ne istediğimin, neden sıklıkla hasta olduğumun ve daha pek çok şeyin yanıtlarına ulaştırdı. Pek çok psikoloji kitabı okumalar, her duyulan yeni akımın takipleri ve ilginç(!) tesadüfler sonucu karşılaştığım bana bir şeyler verip ortadan kaybolan insanlar… Ancak tüm bu süreçte geçmişe odaklı psikolojinin daha çok insanın negatif taraflarıyla ilgileniyor olması, bunların nedenlerini araştıran yanı ve sürekli geçmişte yaşananlara dair yolculuğa çıkarması beni yorarak “Başka bir şey mümkün ama o ne?” sorusunu sormama neden oldu ve “Bir önceki bir sonrakine taşır bizi.” inancım gerçekleşerek kendimi tesadüfen(!) koçluğun içinde buldum. Sanırım beni en çok büyüten, bilgili olmaktan çok bilge olmanın gerekliliğine inandıran Erickson Koçluğu prensipleri oldu. Bulaşıcı, çarpıcı ve en güzeli de insanı seviyorum demenin ötesinde insanla birlikte, insana dair her şeyi ve bütün canlıları oldukları gibi kabullenip seviyorum dedirten bir güce sahip prensipler.

Bu prensiplerden ve bilgilerden yoksun olduğumuzda çeşitli eşleştirme, inanç, iç ses ve modellemelerle yaşamımıza devam etmemizi sağlayan beynimizin kölesi olarak insanları çok kolay etiketler ve kendimizi de farkına bile varmadan onlardan üstün görebiliriz. Oysa insanları “Her insan tam ve bütündür” prensibinden hareketle kabullendiğimizde kendimize ve hissettiklerimize şaşırıp kalırız.

Kendini daha çok evrenin insanı olarak hisseden ben, bu noktada fark etmeden toplumun, eğitimin, ailenin yönlendirmelerine yine de maruz kalmış yine de kontrol etme davranışıyla birlikte sağlıksız bir ego geliştirdiğimi fark etmiştim. Belki de üstünde en çok çalıştığım konu buydu. Ancak ne kadar okursam okuyayım ne kadar uygulama yaparsam yapayım beni hiçbir şey gerçekten özümdeki bilgenin sesinden gelmişçesine “Her insan tam ve bütündür.” kadar var etmedi, eşit ve bir kılmadı hepimizle. Hem benle, hem de bizle. Öylesine bir bütünlük oluşturdu ki içimde sağlıksız diğer, öteki, o, sen, siz kavramları yerle yeksan oldu. Nazım’ın o çok sevdiğim “Bir ağaç kadar tek ve hür/ Bir orman gibi kardeşçesine” dizeleri içimde köklendi. Edebiyat tarihimizin yine çok yönlü ve kıymetli yazarlarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bergson’un zaman kuramından yola çıkarak “temel ben’in sürekli bir atılım ve devinim içinde olması” halini anlattığı “Başım sükutu öğüten / Uçsuz bucaksız değirmen / İçim muradına ermiş / Abasız, postsuz bir derviş.” dizelerindeki gibi egonun yarattığı zihnin, susmuşluk hali içindeki dinginliğinin bana verdiği muradına ermiş bir özle yaşamda akıp gitmekte varlığım. Her sabaha gün doğumuyla uyanır oldum, tam ve bütün olduğumu bildiğimden beri. Her insan coşkumun bir parçası oldu, tam ve bütün olduğunu bildiğimden beri. Ve bir çağlayan gibi hep birlikte bugünden yarına “Nasıl?”larımızın yanıtlarının bize açtığı su yatağında akıp gidiyoruz; aynı nehirde iki kere yıkanmadan, yepyeni keşifler ve yepyeni deneyimlerle. Her tamlık ve bütünlük hali yeni bir keşif, her keşif içimdeki bilgenin bugüne kadar fark etmediğim yönüyle özde bir buluşma ve her buluşma yeni rotalar, yollar. Önce kendi kendine koç olmak, sonra da o yargısız ve tam halle isteyenlere yol arkadaşlığı etmek…

Evet, her şeyin olması mümkün. Küçükken sorduğum soruları yaşamımın bir döneminde unutmuştum, şimdi onlara geri döndüm. Onlar sayesinde, içimdeki bilgeyle buluşuyorum. Ben sordukça o daha da bilgeleşiyor. Tam ve bütün olma halimi verdiği yanıtlarla eyleme dönüştürerek. Onunla her buluşmada koç duruşuna daha çok yaklaşıyorum ve dileyen herkesin içindeki bilgeye ulaşması için onlara güçlü sorularının kapılarının açılmasında yol arkadaşlığı ediyorum. Tıpkı bir bebeğe bakarak insanın kendi var oluş mücadelesini anlaması gibi hepimizle, o bütünlüğün içinde birbirimize olduğumuz aynalarda kendimi seyreyliyorum. Şair Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Derin sularında bu ayna her an/ Sizden bir parıltı aksettirecek” dizelerinde akseden parıltıları görüyorum yüzlerimizde. Yüzlerde o parıltıyı görebilmenin çoşkusuyla yaşamın ve birliğin keyfine varıyorum. Nasıllarımın yanıtı önce beni parıltılı olarak verdiğim yanıtların sihirli yolculuğuna çıkarıyor ve yapmak istediğim her neyse ona ait bütün potansiyelimi ortaya çıkarmam için bana hizmet ediyor beynim. Sonra da yol arkadaşlığı yaptıklarımın yüzünde beliriyor o parıltı “Varsayalım bir mucize oldu…” sorusuyla. Koşuşturmaktan, kendisini dinleyebilmekten uzaklaşmış olanların o kendisi ve hayaliyle buluştuğu an, onların yüzündeki o mutluluk ve dizelerdeki gibi onlardan yaşamın tam da kalbine akseden parıltı, Sait Faik’in dizeleriyle Zülfü Livaneli’nin sesinden bitiveriyor kulaklarımda: Dünyayı güzellik kurtaracak/ Bir insanı sevmekle başlayacak her şey…

Erickson Koçluk eğitimlerimizin birinde edindiğimiz bir bilgiyle yayılıyor ruhuma müzik: Siz değişmeye başladığınızda yanınızdakiler de mutlaka bundan etkilenecektir. Ve düşünüyorum, bundan daha önce “Bak bu bana iyi geldi, haydi sen de yap” larımı, hiç ilgilenmeyen hatta inanmayanlara tamamıyla iyi niyetimden kaynaklandığını düşünerek anlattığım beyin, ruh-zihin-beden birlikteliğini, hastalıkların ve özellikle ağrıların altında ağrıyan başka şeylerin olduğunu, sağlıklı yaşam reçetelerini… Ve tüm bunları yapan, öğretmen rolündeki Zeynep’i. Oysa transaksiyonel analizde de öğrendiğim yetişkin yetişkin iletişimi de o bana yaşamın anahtarı olmuş “Her insan tam ve bütündür. Her insan o an için bildiğinin en doğrusunu yapar.” bilgisiyle buluşarak herkese karşı buna kendim de dahil nötr olma haline bürünüyorum. Ve hoppp bunu başardıkça “En iyi koç, orda olmayan koç” cümlesini deneyimlemeye çalışırken buluyorum kendimi. Çalışırken diyorum çünkü bunun için daha çok deneyim yaşamam gerektiğini fısıldıyor kulağıma içimdeki bilge. Bitmeyecek hep akacak ve ilerleyecek bir öğreti yolculuğu bu ne de olsa. Öğretmeni de hayatın sunduğu deneyimler ve bu deneyimler karşısındaki duruşumuz. Bu duruşun bütün bilgileri de benim için koçluk eğitiminin ve akabinde edinilen koçluk becerilerinin içinde saklı. Yollar, yol üstünde durulacak dinlenilecek hanlar, tamamen kendinle olma halleri ve o hallerin dile gelip kendine söyledikleri, onların yaşama yansımaları ve gelecekteki ışıltıları. Bu ışıltıyı görüp de “Senin hayatın ne güzel.” diyenlere sorulacak güçlü soruları. “Nasıl hep gülüyorsun?” sorularına metaforlarla anlatılacak güçlü hikayeleri. Hep birlikte mutluluğun resminin çizilebileceğini anlatan spiral dinamikleri. Her rüyanın içindeki her nesne, kişi ve olayın bize verdiği mesajları anlamamızı sağlayacak yöntemleri. Beynin bilgisine vakıf olmanın, insanı tadını çıkara çıkara geleceğe ilerleten zaman makineleri.

Her koçluk görüşmesinde yeni tohumlar serpen müşterilerimle evrenin yeşillendiğini, gökyüzünün daha bir maviye büründüğünü hissediyorum. Bir önceki yıl üniversite sınavına girip de sınavı kazanamamış bir öğrencinin “Varsayalım bu sene sınavda tam da hedeflediğin netleri yapıyorsun. Oradaki senin gözlerinde tam olarak ne görüyorsun?” sorusuna verdiği yanıtın içindeki pırıltılar ve gülümsemeler yayılıyor o gökyüzüne. Ya da kendisini sahne sanatlarını çok sevmesine rağmen yapamayacağını düşünerek bu deneyimden uzakta tutan bir gencin özünü keşfedişinden sonraki coşkusu yayılıyor her yere. Kalp figüründen hiç hoşlanmayan başka birinin koçluk yolculuğunda kalbin tam da kendisinin hayat motivasyonu olduğunu keşfetmesiyle evine aldığı kocaman bir kalp maketi kaplıyor gökyüzünü. Sınav kaygısı nedeniyle girdiği ehliyet sınavında üst üste başarılı olamadığı için araba kullanmayacağına dair inancının “Geçmişte çok başarılı olduğunuz bir sınavı hatırlayın. Orda tam olarak hangi becerilerinizi kullandığınız için bu başarıyı elde etmişsiniz?” sorusuyla “Evet, ben bunlara sahibim hala” cümlesiyle başlayıp devam eden görüşmenin sonunda o negatif inancın pozitife dönüşmesi ve enerjisi uçuyor gökyüzünde…

Şu anda tam olarak hissettiğim ne mi dersiniz? Doğru zaman, doğru mekan, doğru ben, doğru hayat. Tabii benim için. Çünkü biliyorum, tek doğru yok, herkesin kendi doğruları var. Benim doğrum eşsiz bir yolculukta. Makinisti de müthiş bir iyimserlikle kendisiyle birlikte yol aldıran “koç” luğum. Fonda hangi dizeler var dersiniz peki:

Şiirler yazarım

basılmaz

basılacak ama

Bir mektup beklerim müjdeli

belki de öldüğüm gün gelir

gelir ama

Ne devlet ne para

insanın emrinde dünya

belki yüz yıl sonra olsun

mutlaka bu böyle olacak ama

Nazım Hikmet Ran / İyimserlik

 

İçimizdeki bilgelere selam olsun…